Kürt Meselesi Özelinde-4 TARİHİN DOĞRU YERİNDE DURMAK: “NE OLDU?”, “NE OLACAK?”, “NASIL OLMALI?”

1
0

Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Haziran 2025-370. Sayı

Dünyanın birçok yerindeki çatışmalar ve vekâlet savaşları ile büyük güçlerin birbirini sınadığı, küresel sistemi bekleyen muhtemel risklerin konuşulduğu bir dönemde, devlet ve iktidar önemli bir irade ortaya koyarak, ülkenin geleceği açısından büyük bir siyasi karar aldı. Savaş tamtamlarının her geçen gün biraz daha arttığı, bölgemizde ve dünyanın diğer taraflarındaki gelişmelerin zorladığı bu süreçte, Türkiye’nin ve bölgenin geleceğini derinden etkileyecek “Terörsüz Türkiye” sürecinde büyük gelişmeler yaşanıyor. Türkiye’nin 1 Ekim’den beri yürüttüğü süreci böylesine bir jeopolitik sıkışmanın yaşandığı bir zeminde değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye’nin enerjisini tüketen, yıllardır can yakan, yakın tarihimizin en kanlı sorunu bugün hayırlısıyla çözüm noktasına gelmiş gibi görünüyor. 50 bin insanımızın ölümüne, milyonlarca insanın evinden, köyünden, yurdundan sürülmesine, on binlerin hapse atılmasına,  yoksulluğa, çeteleşmeye, tarif edilmez acılara yol açan terör ve çatışma döneminin bitişi, ülkemizin ayağına takılmış bu prangadan kurtulacak olması sevindirici bir gelişmedir. 40 küsur yılda memleketin 1,8 trilyon dolarını heba eden, kan ve gözyaşına yol açan bu kardeş kavgasını bitirmek için stratejik bir hamle yapıldı ve şimdi Türkiye kritik bir eşikten geçiyor. Bölgesel ve küresel düzlemde yeni bir nizam kurulurken iç kalesini tahkim ediyor, safları sıklaştırıyor.

Süreç Nasıl Başladı?

Süreç, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 26 Ağustos 2024 günü Malazgirt Zaferi’nin 953. yıl dönümünde, Ahlat’taki konuşmasında küresel ve bölgesel tehditlere işaret eden “İç cepheyi güçlendirelim!” çağrısıyla başladı. Erdoğan oradaki “Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi demeden, 85 milyon nazlı hilalin gölgesinde buluşacağız!” sözleri ile sürecin ilk sinyalini verdi. Daha sonra:

  • 1 Ekim 2024’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Dönem 3. Yasama Yılı açılışı dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında da “Şunun artık idrak edilmesi ihtiyaçtan öte bir zarurettir; bugün, İsrail saldırganlığı karşısında, içeride ve dışarıda çatışma alanlarının değil, uzlaşma alanlarının öne çıkması gerekiyor.” diyerek, birliktelik mesajları vermeye devam etti.
  • Bu çağrıyı aynı gün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, TBMM’de DEM Partililerin elini sıkması izledi. Aynı akşam Meclis resepsiyonunda gazetecilerin tokalaşma ile ilgili sorusuna “Dışarda barış arıyorken içerde neden aramayalım?” diye cevap vererek sürecin fitilini ateşledi.
  • Tarihler, 22 Ekim 2024’ü gösterdiğinde Devlet Bahçeli, “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın!” çağrısını yaptı.
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu çağrıyı destekleyerek, “Devlet Bey, tarih yazan, yol gösteren bir liderdir. Bu çağrıyı doğru okuyanlar tarihî bir fırsat kapısını fark ediyor ve büyük heyecan duyuyor!” açıklamasını yaptı.
  • DEM Parti, Abdullah Öcalan ile görüşme talebiyle kasım ayında Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Adalet Bakanlığı’ndan alınan izinle 28 Aralık 2024’te, DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, İmralı’da Abdullah Öcalan’ı ziyarete gitti. Öcalan’ın DEM Parti heyetine söyledikleri ertesi gün açıklandı. Kısaca şöyle: “Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirmek tarihî bir sorumluluk olduğu kadar tüm halklar için de kader belirleyici bir önem ve aciliyet kazanmıştır. (…) Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim. (…) Devir Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir.”
  • Heyet, 11 Ocak 2025’te tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı Edirne Cezaevi’nde ziyaret ederek gelişmeler hakkında bilgi verdi. Demirtaş da süreci desteklediğini ifade etti.
  • 22 Ocak 2025’te,Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan, Abdullah Öcalan’la İmralı’da ikinci görüşmeyi yaptı. Bu ziyaretin ardından DEM Parti heyeti, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un yanı sıra AK Parti, CHP, MHP, DEVA, Gelecek ve Saadet partilerini ziyaret ederek süreci değerlendiren görüşmeler yapıldı.
  • Daha sonra Irak’a geçen heyet, 16 ve 17 Şubat 2025 tarihlerinde Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Başkanı Mesud Barzani, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Bafel Talabani ile görüştü. Mesud Barzani, “Barış sorunların çözümü için en doğru yol. Destek vermeye hazırız.” dedi.

Böylece, 26 Ağustos’ta başlayan ilk aşama tamamlandı.

İkinci aşama, DEM Parti’nin İmralı ziyaretlerinin üçüncüsünün ardından,

  • 27 Şubat 2025’te Abdullah Öcalan’ın, terör örgütüne “Silah bırak, kendini feshet!” çağrısıyla başladı. İstanbul’da bir otelde düzenlenen basın toplantısında Öcalan’ın hem Türkçe hem Kürtçe kaleme aldığı mesajı paylaşıldı. Mesajda Öcalan, “Sayın Devlet Bahçeli’nin çağrısı ve Cumhurbaşkanımızın iradesiyle oluşan bu olumlu atmosferde silah bırakma kararı alıyorum. Bu tarihî sorumluluğu üstleniyor, devlet ve toplumla bütünleşme yolunda kongrenizi toplayarak kararınızı vermenizi istiyorum. Tüm gruplar silahlarını bırakmalı, PKK kendini feshetmelidir. Ortak yaşamı benimseyen herkese selamlarımı gönderiyorum.” dedi.
  • Bu çağrının ardından örgüt, 1 Mart’tan itibaren geçerli olmak üzere   ateşkes ilan ettiğini kamuoyuna duyurdu ve Öcalan’ın çağrısının gereklerine uyacağını açıkladı.
  • DEM Parti heyeti, 10 Nisan’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kabul edildi. Görüşmenin ardından açıklama yapan DEM Parti “Sayın Cumhurbaşkanımız ile yaptığımız görüşme son derece olumlu, yapıcı ve gelecek için umut vericiydi.” ifadelerini kullandı.
  • 26 Nisan’da Suriye Kamışlı’da “Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” adı verilen bir konferans düzenlendi. Konferansa Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den hemen hemen bütün Kürt unsurlar katıldı. Barzanilerin partisi KDP ve Talabani’nin partisi KYB, Türkiye’den DEM Parti konferansta yer aldı. ABD, Fransa, İsrail, İngiltere ve Almanya olmak üzere birçok ülkeden temsilci ve gözlemciler katıldı. Konferans sonucunda, söz konusu tüm yapılar arasında bir ortaklık anlaşması yapıldığı ve bu anlaşma çerçevesinde tüm bu yapıların Şam yönetimine karşı ortak hareket edecekleri, Şam yönetiminden, Kürtlerin haklarının anayasal olarak garanti altına alınması ve “adem-i merkeziyetçi” bir yönetim talep edileceğini belirten bir sonuç bildirgesi açıklandı. Türkiye’nin terörle mücadele sürecine karşı bir hamle olduğu belirtilen bu toplantıyı Bahçeli provokasyon olarak niteledi ve kabul edilemez buldu.
  • Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine, PKK 5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde Kuzey Irak’ta Medya Savunma Alanları diye adlandırdığı bölgede (Erbil, Süleymaniye ve Duhok’un sınırları içinde 658 köyü kapsayan bölge) gerçekleştirdiği Olağanüstü 12. Kongresi’nde, kendi tabirleriyle Abdullah Öcalan’ın kongreye sunduğu perspektif ve önerileri okuyup değerlendirdi. Bu toplantılar sonucunda, örgütün fesih ve silah bırakma kararı aldığı kamuoyuna duyuruldu. Bu aşamada, devam eden terörle mücadele operasyonları ile örgütün silah bırakmaya ikna edilmesi arasındaki hassas denge korunmaya çalışıldı.

Nihayet, örgütün silah bırakma ve fesih kararını açıkladığı 12 Mayıs’ta ikinci evrede kazasız belasız geçildi.

Kısaca kronolojik olarak sıraladığımız süreçte önümüzde üç ayrı metin oluştu.

  1. 27 Şubat 2025 terörist başı Abdullah Öcalan’ın çağrısı.
  2. 26 Nisan 2025 Kamışlı’daki konferansın sonuç bildirgesi.
  3. 5-7 Mayıs 2025 terör örgütü PKK’nın Olağanüstü 12. Kongresi’nde aldığı fesih kararı.

Gördüğümüz kadarıyla üç metin arasında birbiriyle uyuşmayan hususlar var. Birbiriyle örtüşmeyen bu üç metnin karşılaştırmalı bir analizi bu yazının kapsamını aşacak boyutta olduğu için şimdilik kısaca birkaç noktaya işaret ederek geçelim. PKK silahlı mücadeleden vazgeçiyor ama iddialarını koruyor. Ulus devlet dâhil taleplerinden vazgeçen Öcalan’a karşı Olağanüstü 12. Kongre metninde dört coğrafyayı kapsayan bir uluslaşma iddiası var. Türkiye’yi soykırımcı olarak nitelemenin işaretleri var. Öcalan açıklamasında Türkiye ile bütünleşme diyor ama diğer metinlerde bunu teyit edecek bir emare görülmüyor.

Fesih Kararı Tüm Uzantıları Kapsayacak mı?

PKK kendini feshetti ama PKK ile irtibatlı ve iltisaklı irili ufaklı birçok yapı var. Kongre kararlarında, PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’nin omurgasını oluşturduğu SDG’nin bu fesih ve silahlı mücadeleyi bırakma kararı kapsamında olduğuna dair bir ifadeye rastlanmıyor. Âdeta bir devlet gibi şekillendirilmiş olan KCK yapılanması altındaki PYD, YPG, HPG, PJAK, PCDK gibi yapılar yerinde duruyor. PYD/YPG’nin kendisine SDG maskesi takarak PKK’nın uzantısı olmadığı görüntüsüyle, başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerden destekler aldığı biliniyor. Bu sebeple, ana yapılanma altındaki tüm örgütlerin silah bırakması Türkiye için önem arz etmektedir. Fesih kararında “PKK adıyla yürütülen çalışmaların sonlandırıldığı” belirtilerek açık bir kapı bırakılıyor. Kapsam dışında tuttuğu birtakım marjinal veya illegal örgütlenmeler başka farklı isimler altında faaliyetlerini yürütmeye devam edecek midir? Hatırlayalım, PKK terör örgütü, 4 Nisan 2002 tarihli 8. Kongresi’nde de fesih kararı almış, PKK’yı feshedip yerine KADEK ismiyle sözde “Demokratik Cumhuriyet Sistemi” adı altında olayı siyasi alana kaydırmıştı. Bu tutmayınca ismini KONGRA-GEL olarak değiştirmişti. Ancak 28 Mart 2005’te yeniden PKK adını kullanmaya ve terör faaliyetlerini artırmaya başladı. KADEK ismi altında kendisine siyasi kimlik edinmeye çalışan PKK’nın o kararları arasında Irak’ta PÇDK, İran’da PJAK ve Suriye’de PYD örgütsel uzantılarının kuruluşu ilan edildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklamasında örgütün kararı hakkında “Kuzey Irak’la birlikte, Suriye ve Avrupa başta olmak üzere, örgütün tüm uzantılarını da kapsayan bir karar olarak değerlendiriyoruz.” demişti. Ayrıca Devlet Bahçeli de “Feshedilen PKK’dan PYD/YPG’ye muhtemel geçiş ve intikallerin denetim ve kontrolünün eşzamanlı ve eşgüdüm halinde nasıl ve ne şekilde temin edileceği” konusunu dile getirerek Suriye’deki ABD ve İsrail güdümlü kirli yapılanmaya dikkat çekmişti. Dolayısıyla PKK adıyla sürdürülen çalışmaların, sadece feshi ve silah bırakması ile yetinme değil, PKK’nın tüm şube ve uzantılarını kapsayacak şekilde eksiksiz olarak tasfiye edilmesi gerekecektir. Eski yaşanmışlıklardan ders alarak bundan sonra devlet, manipülasyonlara geçit vermemelidir.

Üzerinde durulması gereken diğer önemli bir husus ise, PKK’nın yönettiği, yönlendirdiği bütün uyuşturucu satışı, sevkiyatı ve dağıtımı, silah, insan ve organ kaçakçılığı faaliyetlerini sona erdirmesi meselesidir. Ayrıca Türkiye söz konusu olunca “özgürlük-özgürlük” diye yırtınan terör örgütü ve uzantılarının, çeşitli ülkelerin istihbarat güçlerinin güdümünde hareket ettiği, emperyalist güçlerin taşeronu oldukları bilinen bir gerçek. Bu açıdan, dış bağlantılarının, kirli istihbarat faaliyetlerinin de sona erdirilmesi gerekmektedir. Kendilerine İsrail’den, ABD’den, İran’dan, Rusya’dan, Avrupa’dan bir fayda ve hayır gelemeyeceğini idrak etmelidirler. Yaşadıkları bu topraklara aidiyetlerini pekiştirmelidirler.

Bundan Sonraki Yol Haritası Nasıl Olacak?

PKK’nın fesih ve silah bırakma kararından sonra üçüncü aşamaya giren gelişmelere baktığımızda, devletin ve Öcalan’ın bu süreci uzun süredir görüştüğü, sürecin adım adım önceden planlandığı anlaşılıyor. Belli ki tarafların elinde önceden çalışılmış bir yol haritası var. Şimdi sırada silahların teslim alınması, yaşam alanı ve lojistik depoların imhası, sayıları 8-12 bin arasında olduğu söylenen teröristlerin ayrıştırılması, yönetici kadroların yurt dışına dağıtılması, örgüt mensuplarının rehabilitasyonu ve topluma yeninden kazandırılmaları gibi önemli hususları kapsayan zorlu süreçler var.

Bu derece kanlı, yabancı istihbarat örgütlerinin aparatına dönüşmüş, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığına bulaşmış bir yapının tasfiyesi o kadar kolay olmayacaktır. Öcalan’ı bir ilah gibi gören ve ezbere dayalı bir Marksist ideolojik dile esir olmuş, gerçeklikten kopuk, akletmeyen, modern zamanlarda arkaik bir tarih içinde yaşayan şizofren bir kitle ile karşı karşıyayız.

Herhangi bir yol kazasına uğramaması ya da provoke edilmemesi için her adımı kamuoyuna açıklanmayan ve şeffaf bir şekilde yürütülmeyen süreç ile ilgili kocaman sorular önümüzde durmaktadır. Sürecin sağlıklı bir şekilde ilerletilmesi için hangi mekanizmalar kurulacak? Bundan sonra hangi adımlar atılacak? Hangi siyasi, hukuki ve idari kararlar alınacak? Örgüt elindeki silahları nasıl ve nerede bırakacak? Silahsızlanma sonrası süreç nasıl bir metodolojiyle yürütülecek? Terk edilecek alanlar, boşaltılacak bölgeler nerelerdir? Suça karışanlar, karışmayanlar, kamplarda bulunan kadınlar, hastalar, yaşlılar, çocuklar ve üst düzey kadro için hangi hukuki düzenlemeler yapılacaktır? Lider kadronun gideceği ülkeler belirlenmiş midir? Tasfiye ve re-entegrasyon sürecinde nelere dikkat edilmelidir? Belirlenmiş bir takvim var mıdır? Bunlar gibi cevaplanması gereken birçok soru var.

Tarihî bir niteliğe sahip bu gelişmenin kırılganlığını azaltmak ve sürdürülebilir kılmak için feshedilen terör örgütünün tüm sabık yöneticileri, mensupları, siyasal ve toplumsal alandaki destekçilerinin gelecekteki pozisyonları önem arz etmektedir. Üst düzey kadronun Türkiye’den uzak istedikleri ülkeye gitmelerine izin verileceği, geri kalanının ise Irak ve Suriye’de Türkiye sınırına uzak bölgelerde kontrollü iskân edilecekleri, suça karışmayanların ise Türkiye’ye sorunsuz girişlerine izin verecek hukuki düzenlemeler yapılacağı söylenmektedir. Bu sayede Diyarbakır annelerinin de yüzü gülecektir.

Dördüncü evre, demokratikleşme ve hukuki düzenleme safhasıdır ve örgütün silahları bıraktığı doğrulandığında hayata geçecektir. Nitekim DEM Partili Pervin Buldan, şimdi demokratikleşme alanında adımlar atmak için sıranın Türkiye’de olduğunu söyledi.

  • Genel af değil ama cezaevlerindekini de kapsayan geniş bir infaz yasası hazırlanacağı,
  • Hukuki düzenlemelerle siyasete katılmalarının önü açılacağı,
  • Yeni Anayasa taslağında eğitim-öğretim hakkını düzenleyen 42. madde ile resmî dilin yanı sıra anadilde eğitim verilmesi, vatandaşlığı tanımlayan 66. maddede ise etnik kökene ve dinî mensubiyetine bakılmaksızın eşit haklara sahip herkesin Türk vatandaşı olduğu gibi değişikliler yapılması öngörülüyor.

Bu aşamada artık iş TBMM’ye ve siyasilere düşmektedir. Kendi aralarında uzlaşarak hangi düzenlemelerin yapılacağına onlar karar verecektir. Ümit edelim ki, bu düzenlemeler sadece terör örgütü meselesinin değil Kürt meselesi diye bir meselenin bir daha bu ülkede söz konusu olmaması için gerekli düzenlemeler olmalıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kayyum uygulamalarının istisna hâline gelebileceği” vurgusu bahsedilen bu düzenlemelerin bir işareti olarak görülebilir.

Beşinci aşama, toplumla kucaklaşma/bütünleşme için sosyolojik ve psikolojik rehabilitasyon devresi olacak. Bu aşamanın şehit ve gazi ailelerinin rencide edilmemesi için sorumluluğu yüksek bir hassasiyetle izlenmesi gerekiyor. Bu topraklarda, bu vatan için verdikleri mücadelenin hiçbir zaman unutulmayacağının, kanlarının yerde kalmadığının, her zaman minnetle, şükranla anılacaklarının bilinmesi hayati önem taşıyor.

Lozan ve 1924 Anayasası Eleştirileri

Olağanüstü 12. Kongre metni “ortak vatan” vurgusuna rağmen, Lozan Antlaşması ile 1924 Anayasası’na ilişkin eleştirilere Türk ulusçuları tarafından yoğun tepki gösterildi, tartışmalara yol açtı. Bunun Lozan’a meydan okumak, 1924 Anayasası’na savaş açmak, Sevr’i hortlatmak olduğu iddia edildi. Yürürlükten kalkmış bir anayasaya nasıl savaş açılabilir anlamak mümkün değil. Üstelik o Anayasa’nın 2. maddesinde öcü gibi korktukları “Devletin dini İslâm’dır!” yazıyordu. Dahası PKK, Lozan eleştirisini bir bölücü talep olarak da yapmıyor, aksine ortak vatan vurgusu yapıyordu. Artık silahları bırakıp mücadelesini sivil alanda yürütecek olan bir yapılanma yaşadığı ülke için bir şeyler diyemeyecek miydi? Silahla Türkiye’yi bölememiş bir örgüt silahı bıraktıktan sonra mı ülkeyi bölecekti. Ulusalcıların mantığıyla hareket ettiğinizde bizim gibi insanlar da dâhil bu ülkede hiç kimsenin gidişatla ilgili hiçbir şey söylememesi gerekirdi. Dogmatik düşüncelerinden bir türlü vazgeçmeyen paranoyak bir güruh var Türkiye’de. “Türkiyeli” kelimesini “Türk” kelimesi ile değiştirmiş olan 1924 Anayasası’ndan itibaren Türk üst kimliği dışındaki bütün alt kimlikleri yok etmeye çalışan bu taife eteklerindeki taşı dökmeden ülke huzura kavuşamayacak gibi görünüyor.

Türkiye’de bizler de dâhil birçok kişi Lozan’ı eleştiriyor. Çünkü gerçekten Lozan’ın eleştirilecek çok yanı var.  Birincisi, Lozan’da Rum, Yahudi, Ermeni gibi Hıristiyan azınlıklara kendi kültürlerini geliştirme hakkı verilirken, Kürtler Müslüman oldukları için azınlık sayılmayıp bu haklardan mahrum bırakıldı. Kürtlerin bütün doğal haklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin insafına bırakıldığı bir anlaşma olan Lozan’da Kürtler azınlık haklarından da Türklerin sahip olduğu çoğunluk haklarından da yararlanamayacak bir duruma getirildi. İkincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da birçok kere dile getirdiği  “Bizim bir Mîsâk-ı Millî meselemiz vardır.” cümlesi gelir Lozan’a dayanır. Lozan Türk egemenliğini sınırlamış, Türkiye’yi doğal sınırlarının gerisine çekmiştir. Türkiye şimdi haklı olarak egemenliğini doğal sınırlarına kadar genişletmek istiyor. Ancak bu Kürtler olmadan mümkün görülmüyordu. Devlet, bugüne kadar uyguladığı inkâr ve ret politikalarıyla sonuç alınamayacağını gördü. Devlet Bahçeli’nin başlattığı bugünkü süreç, sadece Türkiye’yi tehdit eden bir tehlikenin ortadan kaldırılması şeklinde görülmemelidir. Bunu bölgesel gelişmelerle doğrudan bağlantılı bir fırsat şeklinde değerlendirmek gerekiyor. Mîsâk-ı Millî hedefine ulaşmanın yolu Kürtlerle barıştan geçiyordu. Yoksa son zamanlarda Türkiye’de kımıldayamaz hâle getirilen bir örgütle devlet neden konuşsun? Türkiye, Kürt meselesini çözmeden gerek bölgesel planda gerekse de uluslararası arenada etkili olamayacağının farkına varmıştır. Turgut Özal’ın 12 Kasım 1993 tarihli Hürriyet gazetesindeki şu sözlerini hatırlayalım: “Bu mesele Türkiye’nin büyük devlet olma imtihanıdır. Bu meseleye çözüm bulamazsak büyük, hatta ortada devlet olma şansımızı kaybetme ihtimali mevcut olduğu gibi, zayıf ve perişan hale gelmemiz ihtimali de mevcuttur.” Eğer Türkiye, Kürt meselesini bu derece kangren hâle getirmeden çözmeyi başarmış ve Kürtleri yanına almış olsaydı, eskiden kendi mülki idaresindeki Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyini kontrol altına alacaktı. Ancak hâkim milliyetçi zihniyet Kürtleri kardeş bir müttefik görmek yerine onları Türkiye’nin üçte birini alıp götürecek bölücü bir unsur olarak gördü.

Suriye Boyutu ve SDG Ne Olacak?

Suriye’de yeni yönetimin karşı karşıya olduğu en önemli meydan okumalardan biri SDG meselesidir. Türkiye, Şam hükûmeti ile mutabakata vararak Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, SDG’nin elinde bulunan Deyrizor ve Rakka gibi bölgelerin Şam’a devredilmesi, federatif ya da özerk bir yapıya müsaade edilmemesi konusunda kararlı. Türkiye, SDG ve Şam hükûmeti arasında 10 Mart’ta imzalanan 8 maddelik üniter yapıyı ve entegrasyonu esas alan ve yabancı savaşçıların bölgeden çekilmesini içeren anlaşmanın bir an önce hayata geçmesini, YPG’nin Suriye ordusuna entegre olmasını istiyor.

Sayıları 50-100 civarında olduğu söylenen PKK’nın üst düzey kadrolarının Suriye’de YPG bölgesine gitmelerine izin verilmeyeceğini, dahası bu bölgedeki sayıları 3 bin civarındaki KCK/PKK unsurlarının silahsızlandırılması ve vatandaşı oldukları ülkelere gönderilmesiyle ilgili talebini Türkiye açıkça belirtmiştir. SDG’nin bu konuda söz verdiği söylenmesine rağmen bugüne kadar gözle görülebilir olumlu bir adımın atılmadığını görüyoruz.

YPG/PYD’ye bağlı silahlı güçler bu denklemde önemli bir unsur. Suriye ordusu içinde bir kolordu olarak pozisyonlarını korumak istiyorlar. Enerji bölgelerini ve gümrük kapılarını merkezi hükûmete devretmeleri gerekiyor. SDG ise kontrol ettikleri bölgelerde adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelini hayata geçirmek istiyor. PYD’nin Dış İlişkiler Sorumlusu İlham Ahmed, bir televizyon kanalına verdiği mülakatta, Suriye’de esas taleplerinin federal bir sistem olduğunu ancak Türkiye karşı çıktığı için bunu adem-i merkeziyetçilik şeklinde ifade etmeyi uygun gördüklerini söylemişti. Suriye’nin coğrafi ve demografik yapısı bu gibi formüllere uygun gözükmüyor. SDG’nin kontrol ettiği bölgeler bir bütünlük arz etmiyor, kahir ekseriyeti Arap ve diğer etnik unsurlardan oluşuyor. Her etnik grup bu gibi taleplerde bulunursa Suriye’de istikrar sağlanamaz.

SDG’nin ev sahipliğinde Kamışlı’da yapılan konferansın amacı Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini sınırlandırma ve PKK’nın devre dışı kalmasıyla Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri yeni bir kart elde etme hesaplarına dayanıyor. ABD’nin askerlerini kısmen çekme ve yaptırım kararlarını kaldırması, Trump’ın Ahmed eş-Şara ile görüşmesi, son günlerde Türkiye ile Şam arasında yoğunlaşan görüşmelerin, gidip gelmelerin ana konusunu bu hususlar oluşturuyor gibi.

Yeni Acılar Yaşamamak için

Sürece tüm tarafların sahip çıkması ve uygulamaya devam etmesi çok önemlidir. Önümüzde sıkıntılı, sancılı ve gerçekten emek isteyen yeni bir dönem var.  Süreci sabote etmek için pusuda bekleyen bir sürü şer güç var. Bu sürecin zor ve meşakkatli bir süreç olduğunun bilinciyle sabırlı ve kararlı durulmalıdır. Elli yıllık bir mesele beş günde halledilemez. Sabırlı olmalı, ifrat ve tefritten kaçınmalıyız. Yaptım oldu, anlayışıyla sağlıklı bir sonuç alınamayacağı bilinmelidir. Arkasında sosyoloji oluşmuş bir örgüt var karşımızda. Hem devlet cenahı hem de DEM cenahı ciddi bir değerlendirme yapmak zorundadır. Mehmet Uçum gibi sorumlu ve yetkili makamda bulunmayan bürokratlar konuşmalarına dikkat etmeli, süreci zehirleyen açıklamalardan kaçınmalıdır.

Problemlerle yüzleşme zamanıdır. Provokasyonlara karşı dikkatli olunması gerekiyor. Bu aşamada ihtiyaç duyduğumuz şey serinkanlılıktır. Hem uluslararası düzeyde hem Türkiye’de hem de örgüt içinde süreci provoke edenler çıkacaktır. Silahsızlanma ve tasfiye sürecini yürütecek mekanizmanın dış manipülasyonlara izin vermeyecek bir stratejiyle hareket etmesi gerekmektedir. Ülkemiz için hayırlı sonuçlar üretecek bu süreçte Öcalan’ın muhataplığına itiraz eden toplumsal bir tepki, güçlü bir protesto duymadık.  Süreç tüm provokatif saldırılara rağmen toplumsal destek sayesinde devam etmektedir. Kürt coğrafyasında memnuniyetle karşılanmıştır. Aslında işin zor kısmı geçildi. Bu aşamadan sonra inşallah süreç teknik detaylara kurban edilmez.

Bu süreçte herkese görev düşüyor. Mesele, sadece MHP’nin, AK Parti’nin ya da DEM Parti’nin meselesi değil. Herkes elini taşın altına koymalıdır. Toplumsal mutabakat ne kadar büyük olursa süreç de o kadar iyi ilerler. Türk milletini üzecek, rahatsız edecek herhangi bir taviz, herhangi bir pazarlık yapılıyor görüntüsüne asla izin verilmemelidir. Allah’ın izniyle büyük bir yol kazası olmadan, Türkiye bu son dönemeci de sağlıklı biçimde atlatacaktır.

Teröristle Değil, Terörle Mücadele Olmalı…

Müesses nizamlar soyguna, vurguna, adam kayırmaya, rüşvete, torpile, yalana, talana, özgürlükleri kısıtlamaya yönelik hukuksuz uygulamalar ile toplumu her daim terörize ederler.   Çürümüş ve kokuşmuş düzenlerine itiraz edenlerin kafasını vurup ezmek için terör ortamı üretirler. Sonra da teröristle mücadele diye hedef şaşırtır, düzenlerini devam ettirirler. O nedenle, bu oyuna gelmeden terörist üreten haksız uygulamalara karşı mücadele edilmesi gerekir. Bu ise terörist yetiştirmeye zemin hazırlayan rejimler ve sistemler konusunu yeniden tartışmayı gerektiren bir husustur. Türkiye’de hukuk ve demokrasinin defalarca askıya alınmasının nedeni PKK terörü değil, yozlaşmış yolsuzluk düzeniydi. Bu düzen sürdürülmeye çalışıldığı sürece Türkiye’deki demokrasi sağlıklı işlemez. On yıllardır mevcut düzeni devam ettirenler dağda hak arayanları öldürmekten başka bir yolu denemediler. Şimdi bu milletin anaları soruyor: “40 yıldır ‘Bu bir terör sorunudur. 3-5 çapulcu devlete meydan okuyamaz, en kısa zamanda kökleri kazınacak!’ dediniz. Binlerce evladımız öldü. Eğer bu sorun öldürmekle bitirilecekse 40 yıldır neden 3-5 çapulcuyu bitiremediniz?” Bölgede Kürt halkına uygulanan tahakküm ve baskı stratejisi Türkiye’ye hiçbir fayda sağlamadığı gibi PKK gibi kanlı bir örgütü doğurdu. Jön Türkler ile Jön Kürtler karşılıklı birbirinden beslenerek ülke hayatını cehenneme çevirdiler.

Yeni ulus devlet tek bir kavim üzerinden kurgulanırken bu milletin çimentosu İslâmî değerlerden de şiddetle uzak durma devletin resmî kodları olarak belirlendi. Ulus tanımı da Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi ve kafatası ölçümü gibi tezlerin üzerine oturtuldu. Ulusçu resmî ideolojinin inkâr ve asimilasyon politikalarıyla kutsaldan tamamen kopuk seküler zeminde inşa edilen bir ulus tanımı dayatıldı. Millet tarafından tesis edilmeyen Cumhuriyet kurumları, tamamen vesayetçi ve pozitivist önyargılara sahip bir bürokrasi eliyle şekillendirildi. Temel hak ve hürriyetler daraltıldı, eşit vatandaşlık yerine ayrımcılık körüklendi. Güvenlikçi ve ulusçu uygulamalar sebebiyle çok kan aktı.

Avrupa 70 senede 27 devleti, 100 etnik grubu ve mezhebi bir araya getirdi. ABD 150 senede 72 çeşit milletten bir Amerikan milleti ortaya çıkardı. Neden biz 1071’de başlattığımız kader ortaklığına, 950 yıllık kadim kardeşlik hukukuna rağmen bu topraklarda barış ve huzur içinde yaşayamıyoruz? Bizler aynı geminin yolcularıyız. Ortak paydamız İslâm’dır. Çözüm ve bütünleşme, ayrı etnik köken, ayrı dil ve ayrı bölgeye rağmen ortak inancımız İslâmî kimlikle olmalıdır. İslâm’ın dışında hiçbir düşünce sistemi, Müslümanlar arasında birliği sağlayamaz. Kardeşliğin gereği olarak: “Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen kâmil manada iman etmiş olamaz.” diyen Efendimiz’in sedasının gereği yerine getirilmelidir.

Bölgede etkili olan medreselerin müfredatı kardeşliği geliştirecek şekilde yeniden ele alınmalıdır. Kanaat önderleri adam yerine konup, bu konuda onlardan destek alınmalıdır. Bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç vardır. Bölge insanının taşıdığı endişeler ve 100 yıldır meşru hakların gaspı ile oluşan mağduriyetler giderilmeli, ana dilde eğitim konusunda gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Devlet attığı adımları, lütfediyor, rızık veriyor gibi bir üslup ile sunmaktan geri durmalı, “Daha ne yapalım, daha ne verelim, her şeyi yaptık yine rahat durmuyorlar!” gibi rencide edici dilden vazgeçmelidir. Artık bu güzel vatanımızın kaybetmeye değil, kazanmaya ve her zamankinden daha fazla refah ve huzura ihtiyacı vardır. Devlet endişesini gidermeli, Kürtler onuruyla bu ülkede yaşadığına inanmalıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir